6 Eylül 2011 Salı

Kadıköy akşamından..

Sokak oldukça sessizdi. Kalabalık hızlı ve emin adımlarla sağa sola yürüyor, koşturuyor, her adımında tozları savuruyordu. Yosunlu, balıklı, vapurlu, mazotlu deniz kokusu, sahile inen dar ve geniş sokaklardan yol buluyordu. Gürültülü yetişme çabaları içinde arkadaş masasını arayan gözler, hızlı ve hareketli bakışlarla kafeleri tarıyordu. Her zamanki gibi bir Kadıköy akşamıydı aslında. 

Kukla Balık İnsan Oluyor

Suyun akıntısı içinde belli belirsiz bir kıpırtı gibiydi hareketi. Ne vardı ne de yoktu. Oradaydı. Her merhale ona bir taç taktı. Bir sonraki adım, tüm taçları yere bırakmaktı. Ne vardı ne yoktu; bir vardı bir yoktu; varlığı içinde yok olurken, yokluğunda vardı hep. Sadece yokluğu tatmak gerekti. Kendisini hissetmek için. Ne zaman kendisiyle konuşsa, kendisini bir türlü bulamamaktan yakınırdı.

Her şey bir ‘uydurma’ydı. Uydurulmak için kurgulanmıştı.

Suyun içinde kaç zamandır nefessiz kaldığının farkında değildi. Sadece duruyordu. Kolları ve bacakları kendisine değil de bir kuklaya aitmişçesine iplerinden kopmuş, boşlukta asılı idi. Başı, derindeki hafif su dalgaları ile bir o yana bir bu yana salınıyordu. Kaçıncı metredeyken ipleri koparmıştı? Haberi yoktu. Oyunundan koptu kopalı, yüzeydeki cilveli ışık, ipin koptuğu yerden sonrasına dalmaya korkan bir arkadaş gibiydi.