21 Temmuz 2012 Cumartesi

şablon


Zemin: yok. Ayaklar: yok. Aidiyet: yok. Şablon adam ve kendisinden uzun gölgesi poz veriyor.

Şablon olmanın tek koşulu kalıp olmaktır.

Şablon adam katıdır, esneyemez. Erimez, uçmaz. Buharlaşmaz. Bir eşikten sonra bükülemez. Üç boyutlu iken bile iki boyutlu çıkabilir bir fotoğraf karesinde. Milyonlarca şablon adam bir araya gelse, hiçbir şey konuşmadan, hareket etmeden durabilir. Hepsi aynı şekilde görünüp, aynı açıdan bakabilir. Milyonlarca şablon adam, aynı şekilde poz verebilir. ‘’Aynı’’olmak, şablonun doğasında vardır.

Gölgesinin şablondan farkı, ışıklı odada varlık gösterebilmesidir. Şablon için yer – zemin önemsizken, gölgesi ‘’yer’’de var olur. Şablon sabitlikten kurtulamazken, gölgesi farklı pozlar verir. Işığın nereden geldiği, gölgeden belli olur. Gölge esnektir, akışkandır, varlığı madde değildir ve katılaşamaz. Şablonu tufaya düşürmeyi seven her ışık, gölgesiyle bir olup, oyun oynayarak, ona şablonun arkasından şaka yaptırabilir. Ancak şablon fark etmez. Işığın ve gölgenin kıvraklığına tezat, şablon sadece durur. Ve bu duruş, onun pozu olur.

1,2,3 boz - 3,2,1 oyna!



Dünyaya gözlerini bozup bakmak..
Sağlıklı gözün,bakmak ile görmek arasında kat ettiği zamansal mesafe o kadar kısadır ki, sanki aynı anmış gibidir ve yaşadığı eylem, gördüğünü bilemeden görmektir. Dünyanın ona sunduğu ‘’gerçek imge’’ zihnine oturur. Zihin ‘’gerçek imge’’yi kavrar. Öyle kavrar ki, gerçek olarak sunulanı, katı bir hamura saplanan köşeli bir nesne gibi tutar, içine oturtur. Mutlak öğretiye bağlanan zihin, netliğin sınırları içinde kendisine gösterilen koltuğa yerleşir.

Bozuk göz, dünyanın sunduğu gerçekten bihaberdir. Baktığında görmeye çalıştığı şey gerçeklik iken; gördüğü şey, gerçek olanın netliğinin üzerine düşen bir damla suyun yarattığı illüzyondur. İllüzyon, ona, görebileceğinden fazlasını gösterir. Algı ise bir sahneden farksızdır neredeyse. Nesnelerin sınırları kaybolur, görüntü esner, büyür, küçülür, ‘’biçimsiz’’leşir. Sudan geçen ışık kırılır, renkler dağılır; detaylar yok olurken, zihin, suluboya imge yapar. İdrak etmeye çalıştığı her an, imgelerin algıdaki yansımaları değişir. ‘’Normal’’olandan kopuş, sağlıklı gözün hayal olarak nitelendirdiği, bozuk gözün gerçek dünyasını algılatır.

Bozuk göze sahip zihin, bir kova dolusu su gibidir. Gerçek dünyanın sunduklarını, gerçeklikten çıkan herhangi bir ışın gibi yüzeyinde kırar, parçalar. Kovanın zeminine düşen sayısız ışın ise bozuk göze sahip zihnin çıkarımlarıdır.

Var olmayanın hayalini canlandırmak, aslında, gözlerini bozup bakmak kadar kolaydır. Sağlıklı göz sadece olanı görebilirken, bozuk göz algı sahnesinde oyun kurgulayacak kadar şanslıdır. Bu oyun ne gerçektir, ne de gerçek olmayandır.

Pencerede devrilen beden, kendi cephesiyle yüzleşir.

sınır

Dışarıya bu kadar yakın iken, dışarıdan bu kadar kopuk, içeride bu kadar kapalı olmak. Dış ile iç bazen bir hücre zarının kesitindeki mesafe kadar uzaktır birbirine. Dış ile iç, sınırının netliği ve katılığı kadar yakındır. Sınır, akışkan olanın setidir. Hareket sınırın berisinde kalırken, algı, ötesine geçmek ister. Sınırın ötesindekine bakmaya çalışan gözün algıladığı, hayaldir. Görmek istediği dünyanın netliği, saydam olmayan sınırdan geçemez. Gözün gördüğü imge sınırın hemen arkasındadır; imgenin ötesi, zihin için sadece hayaldir. Bakan gözün önündeki set, sınırdan başkası değildir; imge zihinde bağımsız algılanamaz, çünkü göz her zaman sınırı da görür. Sınırın berisinde kaldığı hissinden kurtulamaz.
Zihin, göremediği dünyanın hayalini kurar. Belki de ötedekinin, bir hayal dünyası olduğuna inanır. Gözün gördüğü ‘’dış’’, değişmeyen bir sahne gibidir. 
Durum; sürekli değişen bir gerçekliğe, hiçbir şeyin değişmediği pencereden bakıp, hiçbir şeyin değişmediği bir dünya yanılsamasına girmektir.


Yanılsamayı terk etmek mümkündür:
Adım 1: Kapı koluna dokun.
Adım 2: Kilidi çevir.
Adım 3: Pencereyi aç.
Adım 4: Atla!
bulantı


Bitmeyen bulantının son hali.. Baktığım tavanın nötr rengi saydamlaştı ve gördüğüm, sınırsız uzay boşluğu içinde bir sarkaç.. Gölgesiyle volta atıyor. Midedeki bir bulantının zihne sıçraması gibi. Aynı ritimde ve aynı tempoda salınan bir sarkaç. Bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde zihne nüfus eden her şey.. Farklı zamanlarda ayrı istek, beklenti, amaç ya da amaçsızlıklarla zihne indirilen her şey.. Bulunduğu yerden ayrılmayan her şey.. Katman katman birikti, yığıldı, yığın birbirine karıştı, karışım tepkimeye girdi. Şu an bulantı anı ve her şey birbirine karışmış durumda..

Sarkaç kasılıyor. Boşluktaki sıkışmış düşünceler sarkaçla birlikte bir uçtan öbürüne, bir kutuptan diğerine, pozitiften negatife salınıyor. Zihindeki bir süpürge gibi; düşüncelerin birini alıp diğerinin üzerine süpürüyor. Her şey birbirine karışıyor. Zihin artık görünmez olmak; o da olmazsa yok olmak istiyor. 
Bazı belirsizler ya da belirsizlikler insanı tutup bir hortumun içine atıyor. Süreklilik içinde spiral çizen sert rüzgarın içinde, onlarca nesne, bana, ona ve birbirine çarpa çarpa etrafımda dönüyor. Bu dönme hissi atlı karıncada da oluyor. Ancak onda son derece naif ve kandırıkçı bir tavır hissediliyor. Atlı karıncaları sevmiyorum.

6 Eylül 2011 Salı

Kadıköy akşamından..

Sokak oldukça sessizdi. Kalabalık hızlı ve emin adımlarla sağa sola yürüyor, koşturuyor, her adımında tozları savuruyordu. Yosunlu, balıklı, vapurlu, mazotlu deniz kokusu, sahile inen dar ve geniş sokaklardan yol buluyordu. Gürültülü yetişme çabaları içinde arkadaş masasını arayan gözler, hızlı ve hareketli bakışlarla kafeleri tarıyordu. Her zamanki gibi bir Kadıköy akşamıydı aslında.